abdulhaminidin dış siyaseti
ABDÜLHAMİD'İN DIŞ SİYÂSETİ
19. yy. Sonunda Osmanlı Devleti:
1699 Karlofça Antlaşması ile ilk defa toprak kaybeden Osmanlı Devleti, Rusya’nın Kırım’ı 1783te işgali ile, ilk defa bir islam toprağında gayrimüslimlerin hakimiyetini kabullenmek zorunda kalmıştı. Böylelikle insani güzellikleri gösterme adına Viyana kapılarına kadar ulaşan, hak ve hakikati tebliğ için geliştirilen fetih politikası, tam anlamıyla bir muhafaza ve müdafaa politikasına dönüşmüştü. Hatta, devletin içinde bulunduğu durum, kendi sınırlarını kendi kuvvetiyle korumaya yetmediği için, Osmanlı Devleti değişik Avrupa devletlerinin vesayeti altında statükoyu korumaya başlamıştı. Bunun sonucunda 18. ve 19. asırlar, Osmanlı idarecilerinin İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya arasındaki menfaat çatışmalarından istifade ederek, güç dengeleri içinde devlete en uygun pozisyonu aradığı asırlar olmuştur.
II. Abdülhamid tahta çıktığında kendini bir ateş çemberi içinde buldu. Ruslar Kırım ve Kafkasya’yı. Fransızlar Cezayir’i ele geçirmiş, Sırbistan ve Romanya özerkliğini, Yunanistan ise, bağımsızlığını kazanmıştı. Osmanlı Devleti, 1877-1 878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda uğradığı yenilgi ile hem Bulgaristan’ı hem de uluslararası prestijini kaybetti.
Osmanlı Devleti, uluslararası arenada bu kadar güç bir durumda iken, ülke içinde de, hemen hemen her konuda bir kriz yaşanmaktaydı. Sultan Abdülhamid. hatıralarında bu durumu şöyle tasvir eder: “Hazine borç içindeydi. Tanzimattan beri herşeyimizi Avrupa ‘dan getirtir olmuştuk. Ülkede kurulmuş birkaç fabrika da kapanacak haldeydi. Yol yoktu, haberleşme güçleşmişti. Kadroların büyük bir kısmı ekalliyetin (azınlıkların) elindeydi. Avrupa’da ki elçiliklerimizde Rum soyundan memurlar vardı,ki bazıları Yunanistan’a hizmet etmeyi Osmanlı İmparatorluğu’na hizmetin önünde tutuyorlardı. Birşey daha vardı: DÜNYA’DA YALNIZDIK. Düşman vardı, fakat dost yoktu. Salib her zaman müttefik bulabilmekte, hilâl her zaman yalnız kalmaktaydı. (1) ”
Ülke, ekonomik bağımsızlığını yitirmişti. Avrupa’daki sanayi inkılabı karşısında yediği şoktan kurtulamamış; en kötüsü de aydınlar cesaret, inanç ve kimliklerini yitirmişlerdi. Jön Türkler ülkenin; eğitim, sanayileşme, sağlık, iç barış gibi meselelerine kafa yoracaklarına, hedef tahtası olarak Abdülhamid’i seçmiş ve bu mevzuda Ermeniler’le, Rumlar’la ve Yahudilerle Avrupa’da ortak konferanslar tertiplemeye başlamışlardı (2) . Bir ülke idarecisinin otoritesi gayri meşru yollarla yıkıldığında, rejimin meşruiyetinin zedeleneceği ve rejimin meşruiyeti ortadan kaiktığında ise, ülke bütünlüğünün ve bağımsızlığının tehlikeye düşeceği siyaset biliminin temel prensiplerindendir (3) . Buna rağmen Jön Türkler, yerine hangi alternatifin geleceğini hesaplamadan şiddetle Padişah’a yüklenmiş, bazı şairler sultanlarına bomba atan bölücü Ermenileri “şanlı avcı” olarak alkışlamışlardı. Hiç kuşkusuz bu durum ülkeyi uluslararası politikada zayıf düşürüyor ve pazarlık gücünü kırıyordu. Dolayısıyla bu mesele Abdülhamid’in en büyük ıstıraplarındandı:
“İngiltere her türlü fitneyi, masonluk kanalıyla yürütüyordu. Büyük devletlerin konferanslannda görmüştüm ki, bunların niyetleri Hristiyanlar’ın hukukunu temin değil, önce muhtariyetlerini, sonra istiklaliyetlerini temin ile Osmanlı‘yı parçalamaktır. Bunu da iki suretle teminine çalışıyorlardı: Hristiyan ahaliyi ayaklandırmak, bizi kendi içimizde parçalamak. Jön Türkler’in Selanik teşkilatı Almanların, Manastır teşkilatı da İngilizler’in eline mason locaları vasıtasıyla geçmiştir. Birgün tarih, kendilerine Jön Türk denilen kimselerin neden mason olduklarını elbette araştıracak ve ortaya koyacaktır. Bu localardan aldıkları maddi yardımların, insani mi, siyasi mi olduklarını da elbette ortaya koyacaktır. Bu gençler Batı‘ya hayrandılar. Emellerine, ordunun bir parçasını da vasıta ettiler, böylelikle ordu da içinden parçalanmış oldu. Garip tecelliye bakın ki, Osmanlı‘yı parçalamak isteyen devletlerin hepsi bunlara arka çıkıyorlardı. Acaba benim sarayın dört duvarı arasında gördüğüm bu gerçekleri, koskoca yeryüzünü gezdikleri halde, nasıl göremiyorlardı.
“Bir diğer husus da şu idi ki, İngiliz parlamentosunda; bir Hintli, bir Afrikalı, bir Mısırlı, Fransız parlamentosunda ise; bir Cezayirli mebus var mıydı ki, Osmanlı parlamentosunda Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp, Arap mebusu bulunmasını istiyorlardı. Avrupa‘ya giden bazı gençler, orada laboratuvarda ne olup bittiğıne bakmadan, kadınların erkeklerle dans ettiğini görüyor, içkilerine hayran kalıyor ve memlekete gelince de bunları Avrupa medeniyeti ve üstünlüğü diye anlatıyorlardı. Yanlıştır deyince de, beni örümcek kafalı diye suçluyorlardı. (4) ”
Abdülhamid’in Dış Politikasından Misâller
İngiltere, uzunca bir süre Osmanlı’ya toprak bütünlüğünü koruma hususunda destek vermişti (5) .Böylelikle Hindistan yolunun kontrolünü güvence altına almış oluyordu. Daha güçlü bir devletin Doğu Akdeniz’e hakim olması İngiliz menfaatlerine tersti. Fakat 93 harbinden sonra, bu politikanın zor yürüyeceği kanaatine vardı. Özellikle Doğu Anadolu’dan başlatılacak Rus çıkarması münasebetiyle yardım edemeyeceklerini düşünüyorlardı. Salisbury, “Biz balığız, donanmamız Ağrı’ya tırmanamaz ya!” diyordu (6) . Rusya’nın güneye sarkmasının ve Fransa’nın Ortadoğu’ya yerleşmesinin önlenebilmesi için İngiltere yeni bir strateji saptadı. Buna göre bölgede kontrol edilebilecek küçük devletlerin desteklenmesi (örneğin Yunanistan) ve yeni devletlerin kurulması (örneğin Ermenistan) sağlanırken, diğer yandan da Hindistan yolunun güvenliği açısından önemli görülen stratejik noktalar denetim altına alınacaktı.
Bu yıllarda Almanya, pazar ve hammadde ihtiyacını karşılama konusunda sıkıntı içinde idi. Çünkü sömürge yarışında çok geç kalmıştı. Tabii olarak Almanya ve Osmanlı yakınlaşması meydana geldi. Bir yandan Alman askerleri Osmanlı ordusunun ıslahı için ülkemize geliyor, bir yandan da ekonomik ilişkiler geliştiriliyordu. II.Wilhelm’in Osmanlı gezisi, diğer Avrupa devletlerine karşı bir gövde gösterisine dönüştü. Bağdat demiryolu inşaatının Almanya verilmesi ise, başta İngiltere olmak üzere Rusya ve Fransayı da çok tedirgin etmişti. Çünkü bu hattın stratejik bir ehemmiyeti vardı ve bu antlaşmayla Almanlar inşaat güzergahında ticari haklar da elde ediyorlardı. İngiltere için Basra Körfezinin denetimi her şeyden mühimdi (7) . Bu süreç sonunda Almanya ve Avusturya’nın Osmanlı dış ticaret hacmindeki payı % 42’ye yükselmişti, halbuki bu rakam 1880’lerde, %18 civarında idi. Aynı dönemde Fransa’nın payı %18’den %11’e, İngiltere’ninki ise % 6l’den % 35’e düşmüştü. (8)
Günümüzdeki bazı yazarlar Abdülhamid’in 1880’lerden sonra tamamen Almanya’ya yöneldiğini, İttihat ve Terakki’nin 1.Dünya Savaşı’na Almanya ile girişinin bunun sonucu olduğunu yazmalarına rağmen, kendisi hatıralarında meseleyi şöyle izah etmektedir: ”Kırk yıl büyük devletlerin birbiriyle kapışmasını beklemiştim. Bütün ümidim oydu ve Osmanlı’nın bahtını buna bağlıyordum. O beklediğim gün geldi. Heyhat ki ben tahttan, idareciler de akıl ve basiretten uzaklaşmışlardı. Beklediğim büyük fırsat bir daha ele geçmemek üzere elimizden çıktı gitti. Otuz bu kadar yıl tahttan uzak durmamın bir sebebi de bu idi. Saltanatım günlerinde bazı büyük devletlere tavizler vermişsem, bunun içindi.Sırrımı, en güvendiğim sadrazamlara bile açmadım. Büyük devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği gözler önündeydi.Öyleyse Osmanlı Devleti böyle bir çatışmaya kadar, parçalanmadan uzak yaşamalı ve çatışma günü ağırlığını koyabilmeliydi. Almanlar’a yanaşıyordum, böylelikle İngilizler bana daha dostâne yaklaşıyorlardı. Niyetim Almanlarla birlik olmak değil, birlik gibi gözükerek ittifakımı, dünya denizlerine hâkim devlete (İngiltere’ye) pahalı satmaktı. İngilizler’i ittifaka zorlamak için Bağdat demiryolu inşaatını Almanlara verdim.”
Abdülhamid’in 33 yıl idare ettiği Balkan devletleri, kendisi tahttan iner inmez birleşip Osmanlı’ya saldırdılar. Bu olay üzerine gözaltında tutulduğu Selanik’te, vazifeli subayla aralarında şöyle bir konuşma cereyan eder:
‘Hakanım, dört düvel ile harbe tutuştuk. Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan’a karşı yenilmek üzereyiz.
-Dört düvel birleşir de haberimiz olmaz mı, bu nasıl gaflettir! Bu devletler birleşemezle ki! Aralarında kilise kavgaları var... Yıllar süren Makedonya boğuşmasını hatırlamıyor musun?
-Kiliseler kanunu çıkararak meclis-i mebusan ve ayan bu ihtilafı halletti. Başımıza bu işlerin açılacağını kim bilebilirdi ki?!.. (9)
Esasen meclis-i mebusanın bu gafletine karşı yine de her şey bitmemişti, fakat “Balkan savaşlarında bizi Balkan devletleri değil, orduya giren politikanın yenmiş olduğu her cihetten belliydi.” (10)
Ortaasya Türklerine askeri ve siyasi yardım gönderemese de seyyitler, şeyhler, dervişler gönderip Asya’daki Müslümanları hilafete mânen bağlamaya dikkat ediyordu (12) . Hindistan ve Pasifik Müslümanlarıyla hilafet politikası gereği ilişkiye girerken hissi davranışların, mazlum Müslümanların İngiliz ve Ruslar tarafından daha da ezilmelerine sebep olacağının farkındaydı (13) . Bu yüzden Müslüman azınlıklara para ve silah değil, ilim ve irşat adamları göndermeyi prensip ittihaz etmişti. Çünkü siyasi bir harekete ne Osmanlı’nın ne de mağdur Müslümanların gücü yetmeyecekti. Onun zamanında atılan bu tohumlar hususen Milli Mücadele yıllarında meyvesini vermiştir. O yıllarda toplanan Hindistan hilafet konferansının aldığı bazı kararlar şunlardır: “Konferansımız Gazi Mustafa Kemal Paşa ve hükümetin İslam’ı kurtarmak için yüklenmiş olduklan meşakkatten dolayı tebrik eder. Ve yabancıları bütünüyle Türk topraklarının dışına sürmeleri için dua eder. Herhangi bir Hintli mü’minin İngiliz ordusuna girmesini yasadışı ilan eder. İngiliz hükümeti, dolaylı veya dolaysız, açık veya üstü örtülü biçimde Ankara hükümeti ile çarpışacak olursa, Hindistan Müslümanları‘nın, sivil başkaldırı yoluna başvuracaklannı ve gelecek kongreyle bağımsızlıklannı ilan ederek bayraklarını dalgalandıracaklannı kararlaştırır.” (14)
Japonya ile ilişkileri geliştirmek üzere yola çıkan Ertuğrul zırhlısı uğradığı her yerde Müslüman ahalinin kuvve-i maneviyesini artırmış ve büyük coşkuyla karşılanmıştır. Hint Müslümanları akın akın “bağımsız bir İslam toprağı” olarak nitelendirdikleri gemiye ayak basabilmek ve üzerinde namaz kılabiImek için büyük izdiham meydana getirmişlerdi. Singapur’da ise Müslüman prensler farklı şehirlerden ziyarete koşuyorlardı (15) .
Dış Polltikasındaki Bazı Prensipler
Abdülhamid Han’ın dış politikadaki bazı prensipleri şöyle özetlenebilir:
Amaç ve hedeflerde istikrar: Bir organizasyonun başarılı olabilmesi için, asıl amacının ve bu amaca uygun, kısa ve uzun vadeli hedeflerinin açık ve seçik belirlenmesi büyük bir ehemmiyeti haizdir (16) .Günlük politikalar üreten devletler, tarih sahnesinde mühim bir rol oynayamayacakları gibi, uzun ömürlü de olamazlar. Osmanlı’nın altı asır yaşamasının sebeplerinden biri de amacının berraklığıydı. Osmanlı Devleti, kurulduğu günden itibaren “ilâ-yı kelimetullah”ı hedef ittihaz etmiş, dünya düzenini sağlama noktasında birçok zorlukla karşılaşmış, bu konuda asıl amacına ulaşma istikametinde, kısa ve uzun vadeli hedeflerin en iyisini seçmeye ve gerçekleştirmeye gayret göstermiştir. Hatıralarında izah ettiği gibi uzun vadeli hedef olan İngiltere ile ittifak için, kısa vadede Almanlarla iyi ilişkiler hedeflemiştir. Fakat gerek iç, gerek dış politikasını uygulama hususunda en muhtaç olduğu vesileden, (iyi bir KADRO’dan) mahrum olduğu için uygulamada muvaffak olamamıştır.
Gizlilik: “Deneyerek öğrendim ki, iki kişinin bildiği bir şey sır olmaktan çıkıyor. Oysa benim stratejilerimin yabancı devletler tarafından bilinmemesi gerekliydi. Yabancı devletler, kendi emellerine hizmet edecek kimseleri verip, sadrazam seviyesine çıkarabilmişlerse, devlet güven içinde olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir istihbarat teşkilatı kurdum. İşte jurnalcilik dedikleri budur. (17) ”
Abdülhamid, bu düşüncelerinden dolayı evhamlı sayılamaz, çünkü İngiliz arşivleri bile dış devletlerle ortak darbe yapmaya çalışan bürokratların bulunduğunu yazmaktadır. “İncelediğimiz (yabancı arşivlerden) örnek olaylar sonrasında karşımıza ilginç bir tablo çıkmaktadır. Osmanlı‘daki muhalifler uluslararası konjonktürden ve olası bir büyük devletler müdahalesinden yararlanmayı başlıca amaçlarından birisi olarak görmüşlerdir. Böylesi bir desteği bekledikleri devletlerin başında ise, İngiltere gelmiştir. (18) ”
Barış: “Bir savaşa girip girmemeyi çok düşünür, yeneceğine yüzde yüz güvenmediğim taraflara güvenmezdim, bir millet için en büyük âfet savaştır, zaferle bitenleri bile bir milleti yorar, bitirir. (19) ”
Abdülhamid’in belirttiği gibi Devlet-i Aliye asırlardır savaşmaktan harap ve bitap düşmüş, eğilim, bilim ve sanatta geri kalmış; halk ve özellikle de azınlıklar, savaşlar sonunda hayatlarından bezmişlerdi. Artık bu ülkenin sulha ihtiyacı vardı. Abdülhamid 30 yıl ülkeyi savaştan uzak tutmaya muvaffak olmuştur. Bu konuda Kıbrıs ve Girit mevzularında olduğu gibi zaman zaman ağır tavizler vermek zorunda kalmıştır.
1882-1883 yıllarında ülkemize gelen Almanların raporları da, ordunun savaşacak durumda olmadığını ispat ediyordu. Albay Kaehler yazdığı mektuplarında Osmanlı ordusunun içinde bulunduğu kargaşa, tembellik, rüşvet ve benzeri olumsuzluklardan bahseder. Yine bir Alman askeri olan Von der Golts ise, ortalıkla savaşabilecek bir Osmanlı ordusunun olmadığını söyler. (20)
Denge: Abdülhamid, dış politikada daima dengeleri korumaya çalışmıştır. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi, halifelik müessesesini bir koz olarak kullanırken, büyük devletleri tam anlamıyla tedirgin etmemeye de dikkat etmiştir. Bulunduğu asrın şartlarını idrak ettiğinden, hissi davranışlar içine girmemiştir.
Büyük devletlerin hiçbirine tam olarak bağımlı hale gelmemiş, hiçbiriyle de ittifak yapma kapılarını tam olarak kapatmamışlır. Batılı devletlerin aralarındaki menfaat çatışmalarını lehimizde değerlendirmeye gayret göstermiştir.
Batı’ya bakış: Abdülhamid, dış politika anlayışında hiçbir zaman Batı düşmanı bir imaj oluşturmamış, anti-emperyalizm gibi içi boş sloganlar kullanmamıştır. Batılı devletlere karşı kullanabileceği bütün kozları kullanmaya gayret göstermiş, değişik alternatifler aramıştır. Japonya ile ilişkiye girmeye çalışması, Amerika ile ortak petrol arama yollarını araştırması bu gayretlerdendir.
Şahsi dostluklar: Sultan Abdülhamid, dış politikada daha rahat hareket edebilmek için şahsi dostluklara ehemmiyet vermiştir. II. Wilhelm ile yapılan karşılıklı ziyaretlerin ve birlikte yapılan gezilerin, Almanya ile ilişkilerimize olumlu tesirleri olmuştur. Sultan Abdülhamid, o zamana kadar hiçbir ecnebi devletten nişan kabul etmediği halde, iki devlet arasındaki ittifak için gerekli zemin ve zamanın oluştuğuna inandığında, Japon Imparatoru Mikado’nun gönderdiği,o güne kadar sadece Rus Çarı II. Aleksander ile Bismarck’a verilmiş olan Japonların en büyük nişanı Krizantem’i kabul etmiştir. (21)
Sonuç:
Tarihi gerçekler, üzerinde analizler yaparak bilgi ve tecrübe elde edinilmesi gereken kaynaklardır. Bu hakikatler iç siyaset malzemesi yapılmamalı, bilimsel ve objektif bir üslupla ele alınmalıdır. Bin yıllık tarih ve kültür zenginliğimiz, verimli değerlendirildiği takdirde, dış politika hususunda bize ışık tutacak, uluslararası alanda bize büyük bir avantaj sağlayacaktır.
Bu zaviyeden bakınca her lider gibi doğru ve yanlış icraatlar bulunabilecek olan II. Abdülhamid’in 33 yıllık dış politikası üzerine uzun ve detaylı araştırmalar yapılması ve üniversitelerde okutulması milli bir görevdir.